Gazeteci Metin Göktepe’nin kolluk güçlerince öldürülmesinin 20. yılı.
11 Kürt’ün askeri karakolda JİTEM tarafından Güçlükonak’ta öldürüldüğünün de 20. yılı.
Dört tutuklunun öldürüldüğü, 40 tutuklunun da yaralandığı Ümraniye Cezaevi Katliamı’nın da 20. yılı.
Faşist 12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerinde 27 kişi açlık grevi ve ölüm oruçlarından dolayı, 50’den fazla tutuklu da cezaevlerine yönelik operasyonlarda 1981-1995 yılları arasında hayatını kaybetti.
Ocak 1995’te MGK’nın, “Cezaevlerinin tutukluların eğitim kampı olmaktan çıkarılması” bahanesiyle cezaevleri operasyon ve katliamları hızlandı. Eylül 1995’te Buca Cezaevi’nde tutuklu ve hükümlüler, yaşam koşullarında iyileştirme talep ederek sayım vermediler. Eylemin 4. gününde Özel Harekât Timi, asker ve gardiyanların operasyonu ile koğuşlara; sis, göz yaşartıcı ve bayıltıcı bombalar atılarak girildi. Neticede 3 tutuklu öldürüldü, 47 tutuklu da yaralandı.
Buca’da yaşanılanlardan 3 ay kadar sonra Ümraniye Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklular görüş haklarının engellenmesini protesto etmeye başladılar. 13 Aralık 1995 günü polis ve jandarmanın düzenlediği operasyonda 4’ü ağır olmak üzere, 70’den fazla tutuklu yaralandı. Bunun üzerine tutukluların haklı protestoları devam etti. Buna karşılık 4 Ocak 1996 sabahı askerlerin düzenlediği operasyonda 4 tutuklu, Abdülmecit Seçkin, Orhan Özen, Rıza Boybaş, Gültekin Beyhan kaldırıldıkları hastanede öldü, 40 tutuklu ise yaralandı. Otopsi raporlarında 4 tutuklunun ölüm nedeni, kafatası travmasına bağlı lezyonların neden olduğu beyin kanaması olarak belirtildi. Askerler beysbol sopalarıyla, kask ve kalkanlarla saldırmışlardı, yüzlerce asker operasyona katılmıştı. Dört tutuklunun kafatası sopalarla parçalanmıştı. Operasyonunu ardından 20 infaz koruma memuru açığa alındı. Yetkililer hakkında başlatılan soruşturma takipsizlikle sonuçlandı. Dönemin Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürü Zeki Güngör’ün açıklaması ise “Askerler aşırıya kaçtı” oldu. Savcılığın takipsizlik kararına karşı ne yazık ki itiraz da ret olundu. Bunun üzerine tutuklu yakınları AİHM’e başvurdu. Maalesef AİHM de tatmin edici bir karar vermedi. Ölümlerle ilgili, “orantısız güç ve devletin sorumluluğu” saptamasını yapmadı. Ancak ölümlerle ilgili yürütülen soruşturmanın bağımsız bir organ tarafından ve sorumluların tespit edilerek cezalandırılmasını sağlayacak biçimde yürütülmediği saptamasını yaparak yaşam hakkı ihlalini usul kuralları açısından inceledi.
Mayıs 1996’da Mehmet Ağar genelgeleriyle F tipi cezaevinin temeli atılarak hücre tipi Eskişehir cezaevi açıldı. Marmara bölgesinde davası devam eden tutuklu ve hükümlüler buraya sevk edilmek istendi. Bunun üzerine Eskişehir hücre tipi cezaevine karşı 26 Mayıs’ta açlık grevleri başladı. 2 bin 174 tutuklunun katıldığı grev, genelgenin geri çekilmemesiyle ölüm orucuna dönüştü. 12 tutuklunun ölmesi sonucu ancak genelge geri çekildi.
24 Eylül 1996’da Diyarbakır cezaevi operasyonunda da 19 tutuklu öldürüldü, 24 tutuklu yaralandı. Ölümlerin nedeni işkenceydi. Olaylar sebebiyle yargılanan 72 kişiden 62’sine 5’er yıl ceza verildi. Karar temyiz edildi. Ama katliamı yapanlar tutuklanmadı. Yargıtay Başsavcısı “saldırının vahşi bir eğilim sergileyerek canavarca his saikiyle meydana geldiğini” belirtti. Kararın bozulmasını istedi, başsavcının talebi yönünde oy kullanan üye yargıç meslekten ihraç edilirken katliama karışan sanıklar cezasız kaldı.
Mehmet Ağar’ın emniyet genel müdürlüğü yaptığı 93-95 yıllarında toplam 140 kişi gözaltı ve cezaevinde yaşamını yitirdi.
1999’da Ankara Ulucanlar cezaevinde 26 Eylül’de 10 saat süren operasyon sonunda 10 tutuklu öldürüldü, onlarca tutuklu yaralandı. Operasyonu yöneten Ankara İl Jandarma komutanı yarbay Ali Öz ile birlikte 160 kişi katliam nedeniyle yargılandı. Ne var ki hepsi de beraat etti. Söz konusu komutan Hrant Dink cinayetinde de rolü olan kişidir. Dink’in katli döneminde Trabzon il jandarma komutanı olarak görev yapan, “hangi marka silahın kullanılacağını 6 ay önceden bilip, ihbar aldığı halde adım atmamak ve cinayetten sonra sahte evrak düzenlemek” suçundan yargılanan kişidir.
Temmuz 2000’de Burdur cezaevinde düzenlenen operasyonda Veli Saçılık adlı tutuklunun kolu koğuş duvarını yıkan dozer tarafından koparıldı. Çok sayıda tutuklu yaralandı. Ne var ki sorumlular hakkında her zaman ki gibi takipsizlik kararı verildi. Dozer operatörü yargılandı ama o da beraat etti.
F tipi cezaevlerine yönelik açlık ve ölüm oruçlarına karşı 19 Aralık 2000’de “Hayata Dönüş Operasyonu” düzenlendi. Cezaevi katliamlarında 30 tutuklu öldürüldü. Ölüm oruçlarıyla 122 kişi hayatını kaybetti. Bilirkişi raporlarında; “silahlı bir direniş olmadığı, koğuşlarda silaha rastlanmadığı ve atışların tümünün dışarıdan içeriye doğru yapıldığı” belirtildi. Kimyasal gazlar, bomba, mühimmat, dozerler, iş makineleri ve bazı yerlerde hava desteğiyle yapılan, 3 gün süren operasyonlara ilişkin açılan davaların bir kısmı zamanaşımından düşerken bazıları devam ediyor.
Özgürlükçü hukuk felsefesi açısından hapishane yani ceza ve insan doğasına aykırı bir şekilde dört duvar arasına kapatma pratiğini yeri gelmişken masaya yatıralım.
Hapishanenin ıslah tezi tarihsel olarak iflas etti
Dört duvar arasına kapatarak özgürlüğü kısıtlamak günümüzde en ağır cezadır. Yukarıda tartıştığımız tarzda cezanın özüne yönelik eleştirileri bir yana bırakarak, kapatmanın egemen suç ve ceza politikası açısından geldiğimiz tarihsel süreçte işlevine bakarsak; savunucularının tüm tezlerinin iflas ettiği gerçeğini hemen yakalarız. Her tarihsel kurum gibi; hapishane de bir reform adımı olarak dünyaya doğmuş, çeşitli evreler geçirmiş (sosyal mücadelelere ve sosyal gelişmelere tabi olarak) ve artık ömrünün final sürecine girmiştir. İdam cezası açısından; savunucularının tezleri için ne söylenebilirse, hapishane savunucularının tezleri açısından da aynı anti-tezler tereddütsüz söylenebilir, söylenmelidir.
Hapishane tarihçesine bu yazıda uzunca değinmeye gerek yok. Kısaca işaret edersek: 16. yüzyılda Amsterdam Cezaevleri ortaya çıkıncaya kadar; tenkil etmek suretiyle suçluyu zararsız yapma, yani kefaret (intikam) düşüncesi, insanlık dikkate alınmadan egemendi. Roma, Germen ve Frank Ceza Hukukunda da bu anlayış geçerliydi.
Kefaret ve para cezaları ortaçağın erken dönemleri için pratik tek ceza aracı idiler. Ortaçağın geç dönemlerinde canavarca bedeni ve hayati cezalar onlarla yer değiştirdiler. 17. yüzyılda ise tarihsel evrim açısından bir reform olarak özgürlüğü bağlayıcı ceza gündeme geldi.
Foucault, hapishanelerin ortaya çıkmasını, azap çekmenin ortadan kalkması ve seyirlik unsurun silinmesi, fakat aynı zamanda bedenin tutuklanması şeklinde ifade etmişti. (Hapishanelerin Doğuşu, Çev. M. Ali Kılıçbay, 1992) Bu şekilde, bedeni kudurtan kefaret cezasının yerine, kalp, düşünce, irade, ruhsal durum üzerinde derinlemesine etki eden bir cezanın geçmesi gerektiği belirtilmiş ve bu durum Mably tarafından, “Ceza, bedenden çok ruha yönelik olmalıdır” şeklinde formüle edilmişti. (Foucault)
1789 Fransız İhtilalinin etkileri özellikle de; ikinci dünya savaşı sürecinde yaşananlar etkisiyle, savaş sonrasında esen reform dalgaları sonucu bedel, ibret, kısasa kısas, toplumu kötü ve tehlikeliden koruma tezleri; infaz doktrini felsefesinde yerini; ıslah, kazandırma, iyileştirme, topluma döndürme tezlerine bıraktı. Ancak bu tezlerin de şuur altında aslında önleme, caydırma, korkutma, örnekleme amaçları hep diri olarak var oldu.
Tüm tarihsel evreler, yapılan araştırmalar, varılan sonuçlar bu tezlerin cezaevi pratiğince doğrulanmadığını gösteriyor. Kuşkusuz burada şu tartışmayı bir yana bırakarak bakıyoruz. İktidarlar doğaları gereği suç ve ceza üretmeden iktidar olmayı sürdürebilirler mi? Hangi iktidar suçsuz ve cezasız bir adalet sistemini yeğleyebilir? Bu soruları bir yana koyarak statükonun tezlerini reel durumda değerlendirmeye çalışıyoruz.
Hapishane pratiğinden yola çıkarak 1900’lerden beri özgürlüğü bağlayıcı cezanın gereksizliği kanıtlarıyla ileri sürüldü. Hapishanenin gerek özel önleme gerekse genel önleme açısından etkisinin ciddi olmadığı, suçluluğun önlenmesinde de etkisinin çok az olduğu kanıtlandı. Ünlü ceza hukukçusu Franz von Liszt daha 1900 yılında bunu, “eğer bir genç veya bir yetişkin suç işler ve biz onu serbest bırakırsak, onun tekrar suç işleme ihtimali, bizim onu cezalandırmamızdakine göre daha azdır” şeklinde ifade etti. (Rottenschlager Karl, München 1982, İnfaz Hukuku, Prof.Timur Demirbaş, sy.72, Seçkin yay.) Bu durum Foucault tarafından ise şöyle ifade ediliyor; “Hapishanenin suçlu ilam ettiği söylenmektedir; ona emanet edilenleri adeta kaçınılmaz olarak yeniden mahkemelere yönelttiği doğrudur… Cezaevi tekniği ve suçlu insan bir bakıma kardeştirler… Suçluluk, hapishanenin adaletten aldığı intikamdır. Yargıcı çaresiz bırakacak kadar korkutucu rövanştır… Hapishaneden çıktıktan sonra, buraya geri dönme şansı eskisinden daha fazla olmaktadır…”
Lucas ise, hapishanenin mahpusun ailesini sefalete iterek dolaylı şekilde suçlu imal ettiğini şu şekilde ifade ediyor: “Aile reisini hapishaneye gönderen aynı mahkeme kararı, anneyi her gün yoksunluğa, çocukları terk edilmeye, ailenin tümünü serserilik ve dilenciliğe sürüklemektedir. İşte suç bu bağlantı içinde kök salma tehdidi taşımaktadır.”(Foucault).
1950’lerden itibaren yapılan bütün araştırmalar, özgürlüğü bağlayıcı cezaların infazındaki bazı reformlara rağmen, hükümlüye yüklediği sıkıntı ve ıstırap, onun topluma uyumu yönünden ciddi sorunlar yarattığını ortaya koymaktadır. Özellikle hapis süresi uzadıkça; ‘sosyal olmaktan çıkma’ riski artmaktadır. Goffman’ın 40 yılı aşkın süredir yaptığı cezaevi sosyoloji araştırması, cezaevlerinin hükümlülerin ve ailelerinin sosyal ve kişisel durumları üzerinde zarar verici etkilere sahip olduğunu ve bununla topluma yeniden dahil olma şanslarının iyileşmelerinden daha zayıf olduğunu ortaya koymuş; mahpusların geleneksel olarak cezaevlerinde tutulmalarında, diğer mahpuslar ve personel vasıtasıyla mağdur olma riskinin büyüdüğünün ve tahliyeden sonra sorunlarını bağımsız çözmede yeteneksiz olduklarını ifade etmiştir. (İnfaz Hukuku, Prof. T. Demirbaş)
Kısacası gelinen tarihsel evrede hapsetmenin; “haksızlığı cezalandırdığı” (tenkil, adalet ya da kefaret teorisi), “insanları suçlardan korumak” (özel önleme), “faili, cezanın infazından sonra suçsuz bir dünyaya hazırlama” (yeniden sosyalleştirme) işlev tezleri iflas etmiş, bu kurum tamamıyla insanlığa zararlı, çürük bir iktidar zehri deposuna dönüşmüştür.
Cezanın ıslah tezi yanlış ve iflas etmiş bir aldatmaca
Hapishanenin özelleştirilmesini alternatif olarak küreselleşme koşullarında önerenlere yanıtımız, hapishane hemen şimdi kapatılmalıdır olmalıdır. Klasik anlamda suç ve cezayı reddeden insanı temel alan bir özgürlükçü anlayışı pozitif hukuka saldırtmalıyız.
Filippo Gramatica’nın, “Cezacı her zamankinden daha çok ihanet etmek zorunda kalan bir aydındır” sözü gerçekten değerlidir.
Delileştirme aracı hapishanelerin, devlet varken de kapatılması mümkün olabilir diyoruz. Sınıflar ve devlet varken de buyrukçu normlara karşı iktidar daraltılması yönünde, insan için güvence normların kavgası verilebilir. Yani ceza ve suç kavramlarından arındırılmış bir hukuk anlayışı pozitife müdahale edebilir diyoruz.
Yani özgürlükçü felsefe açısından “suçsuz, cezasız ve hapishanesiz” bir toplumsal ilişkiler ağı savunulurken, bugünden yarına da yukarıdaki felsefe ışığında önereceğimiz hususlar vardır. İyi bir cezaevi olmaz anlayışını unutmayarak; hapishane ile dışarı arasındaki farkı en aza indirecek çözümlemeler gündeme getirmeliyiz.
Hapishanedekilerin örgütlenme hakkı (dernek, sendika, siyasal parti şubeleri açma), toplantı gösteri hakkı, kendi kendilerini yönetme hakkı, seçme seçilme hakkı, cinsel yaşam hakkı, kendi öğrenimlerini kendilerinin tercih hakkı, gazete radyo televizyon kurma hakkı gündeme getirilmeli.
İnfaz yargıçlığı duruşmalı olmalı ve kararlar verilirken hükümlülerin de içinde yer alacağı jüri sistemi olmalı. Çalışmak bir hak olmalı. Sigorta ve sendikal haklar sağlanmalı. Cezaevi yönetiminde hükümlüler de söz ve karar sahibi olmalı. Yani ölçü, dışarı ile olan farkı en aza indirmek olmalı, hapishaneler kapatılana kadar.
Kuşkusuz, kapatmaya son veren eza niteliği taşımayan düzenleyici ve koruyucu normlar hızla sistem içine yayılmalı. Pozitif açıdan da acilen F Tipi izolasyonu kaldırılmalı en azından 3 kapı 3 kilit formülü ve gündüzleri ortak mekan çözümü gündeme getirilmeli. İnfaz yargıçlığı gerçek bir yargılama organına dönüşmeli, cezaevleri idareye bağlı izleme kurullarınca değil, insan hakları hukuk kurumlarınca oluşacak izleme kurullarının denetimine açılmalı. Cezaevleri özgür ve demokratik bir siteye dönüşmeli. Hatta, cezaevlerinin adı değiştirilmeli özgürlükçü komünal mesaj verecek bir isimlendirmeye kavuşmalı.
İnfazda köktenci ve özgürlükçü, hümanist reformların olmamasında muhaliflerin de kafalarında klasik suç - ceza ve hapishane anlayışının egemen olmasının da rolü vardır. Muhaliflerin de bakış açılarının irdelenmesi ayrı ve ayrıntılı bir inceleme konusudur.
Dört duvar arasına kapatılanlar ve kapatılma adaylarını potansiyel olarak taşıyan toplum yeni anlayışlar için özgürlükçü “hainleri” yaratabilmeli. (EK/AS)